3 Şubat 2014 Pazartesi

İbrahim

ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

Asaf Halet ÇELEBİ

4 Ocak 2014 Cumartesi

Mustafa’nın Eve Dönerkenki Yalnızlığıdır

yalnızlık şu karşıki tepesinde dünyanın
orada başa bela, orada insanın kemiriyor canını
bense buralıyım, adım Mustafa
burada, yalnız değilim diye seviniyorum
boyası dökülmüş rutubetli odaların birinden geliyorum
tabanlarım üstünden geçtikleri nehirlerle yıkandı
yağmurlara kirimi işaret edip durdum
su değmemiş tarafım yoktur şükür Allah'a
çocuklarla konuştum, küfürsüzdüler
büyüklerle konuşmaya çalışmaya inandım
huzuru bir mağaranın üç beş adım dışında
bembeyaz ortancalar açıyor iken buldum
şu karşıki tepeyi harici kıldım
ağaçlar Mustafa dediler bana
çimenlerle konuştum, taşlarla sustum
burada, yalnız değilim diye seviniyorum
buralıyım, ismimi Mustafa koydu bura

o varmazdan önce buranın toprağına
-ismim neydi orada, şimdi unuttum-
dünyanın bütün derdi bir bana sanıyordum
şimdi buradan bakınca şu karşıki tepede
müsavi hüzünlere gark olan gözleriyle
aynı ayrılığın pençesinde ağlıyor
Allah’ın üşüyen bütün Mustafaları

bayatlan yırtık ceketlerin sardığı
düğmelerin iliklere yetişmediği uzlet...
Mustafa'nın kamburuna sebep olan uzviyet
Mustafa’nın Mustafa olmadan önce
aştığı köpüklü denizlerin kuvveti
karşıyı bura yapan imtihanın mukavemeti
Mustafa’ya önceki ismini unutturdu

önce bir miladı olsun istedim sonrakilerin
beni bu şimdiden koparıp alsın
bildiğim kadarı yetmiyordu canıma
o bildiğim kadarı Mustafa olmayan beni
vardırmazdı Mustafa olmanın esrarına
yalnızdım, yani tutunamazdım
sabır yoktu, şükür yoktu, hiçbir şey yoktu
kimseye kolay kolay aldanamazdım
hangi kızı sevdiysem karasevdaya çarptı
kekre ismi kalırdı her aşkın sonrasının
putlaşırdı, somutlardı, buharlaşırdım
yapayalnız önünde güzellik aynasının

önce bir miladı olsun istedim sonrakilerin
gülünç yalan bayağı fersiz nefsi yanımı
sahi yalın kıymetli bir yanımla değiştim
garipsedim, şaşırdım, nihayet hayret ettim
hasta oldum, üşüdüm, hiç örtmedim üstümü
yarama sahip çıktım, ona gözüm gibi baktım
Mustafa'nın gözüne bakması gibi baktım
ve birden yakın gözüktü tepeden aşağısı

ölü yaprakların örtmesi Mustafa'yı
gözyaşının gözünü gizlemesi boşuna
hem ağlamanın içe doğru olduğundan haberdar
hem dışa doğru ancak taşabilir o
geyiklerin etleriyle gezindiği dağları
geyikleri, etleri, gezinmeyi unuttu
bir vakitler avcı olduğunu unuttu, durmuyor, salmıyor Mustafa.
uzayı biç ıskalamayan bir sarkaç gibi her yanında Allah’a çarpıyor
gördükleri, şahitliğinden sorulacak şeyleri, müteyakkız bir nöbetçinin
günlüğüne kaydediyor, o günlük, Mustafa’nın kendisini tuttuğu ve
nehirlerin denizlerin okyanusların müşterek bir biçimde avuttuğu
kıtalarda yaşanmış ihtişamlı bir tarihe matuftur, aradığı teselliyi
gemilerde ve bir açılıp bir kapanan iştahında bulamadı Mustafa.
kendisinden devraldığı bu günlüğü seçti yaşamak için, günleri say­-
falara, saatleri satırlara, dakikaları kelimelere, saniyeleri hecelere,
saliseleri harflere bölüp duruyor, sesini arıyor bütün bu sözcüklerin
içinden ve susacağı anı kolluyor Mustafa.

o yankılayan duvar önümden alıntın nırılim ve alındı
sesimin karşılıksız bir boşluğa zerk olmasından korkuyorum
adım Mustafa, içi boşaltılmış bir dnn değilim
salt kabuktan ve kokudan ibaret değilim
tepeden indim, beni şu karpiti gören vana söylesin
beni su içerken bağışlasın nefesim
beni bir tepede gören varsa söylesin
bu zift renginden inmeyi istiyorum, buralıyım, gitmem gereken yer
neresiyse oralıyım, yanık yerlerden gelip, yanık kokulan içinden
geçerek, -burnumun dikine- bir yangın yerine doğnı koşturuyorum.
isli dehlizlerden ve rengi mı açarak beni koyulaştıran asfalt köprü-
lerin suya değen ayaklarından tiksiniyorum, ve çirkin görünen her
yerde Mustafa'ya ait olmayan bir çirkinlik... tiksinmeyi bilen her
yanımdan tiksiniyorum, bu beni Mustafa olmaktan alıkoyuyor. bende
Mustafa’nın itiraz ettiği koyu bir bulut var.

dünyanın Mustafa olmaya açılan penceresinde
yani ruhun yükselen tarassut kulesinde
şu saatte gece olan her yerinde insanın
gaybı bıçak ucuyla önümüzden
almanın aynı dişlileri haykırıyor hilkate
bir sonraki sabahın ilk ışığında
aydınlık tashih edecek karanlığı
ve bütün insanlığı Mustafa’ya bağlayan
kader açığa çıkacak sonra

kader bastığımız zeminden yükselip
gökyüzünü okşayıp kubbeleşirken
tepeden inişin pandantifleri
dolduracak geçişin noksan yerini
ama bir sonraki ismine koşacak mı Mustafa?
tepe diye bilecek mi tepeden indiğini?

burada, yalnız değilim diye sevinmiyorum
adım Mustafa, kavuşamıyorum
iki kiraz bir dalda nasıl yalnızsa
ben de o şekil yalnızım artık
uzayın bir ucundan öbür ucuna
yaşamış, yaşayacak ve yaşıyor olan
her şeyin bu yalnızlığa bir katkısı var

bütün her şey kadar yalnızım artık
bütün her şey kadar yalnız değilim

Alper Gencer

21 Aralık 2013 Cumartesi

Ölecek miyim Doktor?

esas oğlanın öldürüldüğü filmleri severim bayım!

beni ihlal ediyorsun!
şu ilerden dön zaten kime sorsan gösterir
derdinden gayrısına yokum derdim duymasan
duyacağın tutar korkarım kalbime demokrasi gelir
gülüşün sebepsiz intiharlar seviyormuş oysa
gözlerime bakma derim, bu konuyu konuşmuştuk zaten geçelim

kim kime geç kaldı bilmiyorum bu kez tanrım!
aklım erseydi, erecekti, ereydi iyiydi
aklım erseydi başkasına, ne de büyük susardım
susardım, eski bir filme giderdi belki aklım
belki aklım şimdi yarına allah kerim.
şunu da belirtmeden geçmek istemiyorum lakin;
bir manastır gibi uzanır metrelerce içime
o hiç görmediğim saçların.
(bu kısımları çabucak geçebiliriz)

beni ihlal ediyorsun!
boğazıma dayadığın papatyalardan belli çünkü gülüşün
çünkü gülüşün son dakika tanıdığıdır tüm mahkemelerimin
şair değilim diyorum, ah sen
Kızıldeniz’de Musa gibi bakıyorsun yüzüme
yüzüme bakma n’olur bir gören olur
bir gören olur işgal altındayım, ben seni ararım.
güllerden belli, senden bahsediyorum, yağmur söylüyor.
sıradaki tüm şarkılarda parmak izlerin.
ondandır işte dünyaya bu kekeme kalışım

beni ihlal ediyorsun! gülüyorsun,
sen gülersen ben de gülerim
ama bir halkla polemiğe girilmez,
sen gülersen son güleniyimdir bu dünyanın
Taj Mahal da topraklarımıza katılır hatta!
sen gülersen
ben bilinmeyen bir dilde susmak isterim.
kan kaybediyor mevsim normalleri, görmesek iyi.
bu normaller bizden uzak, kuş vuralım demiştim
bu kış da tarihe geçeceğiz galiba sen gülersen
Marlon Brando bahsini daha önce de söylemiştim.
kana bulansın, mecburi istikametlerde sızlayan yaralarımız.

beni ihlal ediyorsun!
modern şiir gerekli açıklamalara dem vuruyor durmadan
demli gözlerinde son bir bardak gibi üşüyor işte sözlerim
kayıtlardan düşüyorum paraşütler ağlıyor,
uçurtma ihtimalidir gerisi, göklere söylüyorum bakma.
sonra güneşli pazartesiler kalıyor bize,
şair bir türlü konuyu açıklayamıyor belli ki
burda bitiriyorum önümüzdeki şiirlere baksak ah ne iyi
düşmez olursan dilimden vardır bi sebebi
eyvallah gözüm!
bir kadraj hatasıdır deyip geçmiştik zaten değil mi?

beni ihmal ediyorsun!
bu yaptığın hiç olmuyor
olmuyor, olana bakmalıyım ki bu çok zor
iki dedektifin birlikte ağlaması şüphelidir demiştim
bir martıya tezahürat, kavunlu dondurma, demli çay
katip ölür, arzu halim ortadadır, bunu boykota say
ben uzunhavaya çıkıyorum şimdi tam yeridir ki vay!

beni ihlal ediyorsun!
hesapları hep ben ödüyorum.
ayrı düğünlerde öldürülen iki kemancı gibiysek seninle
yani seninle kasyon tepesine çıkamamışsak
ulan işte özlüyorum desem racona da yakışmayacak ya
bu gökkuşağı ve sıradaki şarkı… neyse tamam kestik.
ama gülüşün;

gülüşün son dakika tanığıdır tüm mahkemelerimin.

notlar;
tür: modern şiir
süresi; zaman ayarlı
uzun hava tercihi; aman gelsene, gelsene, aman gelsene.
sıradaki şarkı; Suzan Suzi
kardeş dize; Cemal Süreya ‘ne zaman seni uyurken hayal etsem, affediyorum’

maviye çalar gözlerin…

12 Kasım 2013 Salı

Amentü

insan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.

dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmıyacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
gençken
peşpeşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
tokat
aklıma bile gelmezdi
babam onbeşli olmasa.

meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, gide mesela.
kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa hergün
merkep kiralayıp da kazılan kökleri
forbes firmasına satan babamdı.

budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güçbela kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilal haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler için kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.

insanın
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çağırmak:
ezan sesi duyulmuyor
haç dikilmiş minbere
kâfir yunan bayrak asmış
camilere, her yere

öyle ise gel kardeşim
hep verelim elele
patlatalım bombaları
çanlar sussun her yerde

çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:tanrı uludur tanrı uludur
polistir babam
cumhuriyetin bir kuludur
bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sayarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly pan-am
drink coca-cola

tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.

orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından
aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamacayı.

hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?
hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim."

İsmet Özel

3 Kasım 2013 Pazar

Mavi Gök Orada Mı?

Bakıyorsun kuşlar
Hazır
Sokak lambaları yanık unutulmuş
Bir Kadıköy vapuru hınca hınç insan
Çok geçmeyecek
Martılar beyhude turlar atacak
Kıyılar lağım konserve kutuları
Mısır koçanları

Sevgi aranabilir yine
Korkusuzca say koskoca kederlerini
Bir kuyu bulunabilir

Aklımdan çıkmıyorsun
Sen hâlâ dizüstü
Bunca anıyı besleyerek
Sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
Mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
Görür gibi olarak açıp baktığımı
Bense şöyle diyorum:
Buradan bir acı kanamış boyuna

Kuşlar hazır
Öncü havalanmak üzre
Şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
O vapur hâlâ hınca hınç
Kimbilir her biri hangi dünyaya sağır
Çok geçmez aradan

Kadınlar kapı önlerinde
Ellerinde meşalelerle
Aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
Yorgun bir sarıyla ben de
Geçeceğim önlerinden

Aklımdan çıkmıyorsun dedim
Başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
Telefonlar yan hücrede çalışıyor
Bense kurşunî bir dere
Ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
Onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
Yapyaşlı bir rum kadın
Her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
Haydi koşayım diyorum belki dağılır
Koşuyorum
Sancağımda kendi rüzgârımla ölgün kıpırtılar
Hayır daha sevgili daha sevimli değil
Ne başka bir gün ne başka bir zaman

Çok geçmeyecek aradan
Şöyle diyeceğim:
Bulutlar açmadı
Mavi gök orda mı

Cahit Zarifoğlu